22 Eylül 2014 Pazartesi

Sonra, biz…


"Usumda ben sizinle ne güzel gökler tuttum"
İlhan Berk

“Burasıııı Aaa-goooo-raaaa Mey-haaa-ne-siiii, burada ya-şaaar aşkların en divane-siiii, en şa-ha-nesiiiii,”
“Hadi kalkalım artık, seninle bir yere gelinmiyor. Çekilmiyorsun. Kalk hadi bir taksiye binelim.”
Müjdat hep böyledir. Müjdat nedense sebepsiz hüzünlere adamıştır tüm hayatını. Efkar sözcüğünün fikrin çoğulu olduğunu öğrendiği günden beri, ki bu lise yıllarına denk gelir, efkarlanmak için zaman mekan kollar. Lale’nin yüzü ise, Müjdat’ın o çoğullaşan fikirlerine hiç beklemediği bir anda en uygun zaman ve mekan olmuştur. Müjdat bunu Lale’ye hiç söylemiş midir? Dilinin en ucunda biriktirmiştir, Lale de birikenleri hissetmiştir elbet. Ama kadın, biliyoruz ki kadın, bazen uzun uzun duymak ister. Müjdat söylemek için mi bu kadar içmiştir? Derinlikli adamdır Müjdat. Elinde sigarası balkon korkuluğuna dayanıp uzakları izlerken Lale arada balkon kapısından onu izler. O an birbirlerini görmeseler de bir yerlerde karşılaşırlar. Ama yine de böyle geceler için anneden öğrenilen cümleler vardır. Sarhoş bir adamla annesinin konuştuğu gibi konuşur Lale, ötesini bilmez. Müjdat da belki bu yüzden söyleyemez. Ama ikisi de ne kadar çirkin görünseler de o anlarda öylesine tam, öylesine güzeldirler.
“Lale, biraz yaklaş, başımı omzuna yaslayayım. Midem bulanıyor.”
“Tamam ama uyuyakalma sakın, eve az kaldı.”
Müjdat başını Lale’nin omzuna yaslar. Bir kolunu koluna dolar. Lale’nin başında hep gururlu bir diklik, pencereye dönmüş,gözleri dışarıda, içi Müjdat’ta.
“Tamam, burada inelim. Müjdat, uyan hadi, eve vardık. Teşekkür ederiz, iyi geceler.”
“Koluma girmene gerek yok, iyiyim. Çok mu uyudum ben?”
Müjdat Lale’yi gördüğünden beri onun yüzünden öte zaman bilmez.
“Yok, yarım saat uyumuşsundur anca.”
“İyi geldi ama, açılmışım. Kusuruma bakma, yine üzdüm seni.”
Lale, böyle cümlelerin ardından Müjdat’ı alıp göğsüne yaslamak ister. Ama ona kabuğundan çıkmamayı öğretmişlerdir. Elleri de narin değildir. Evet Müjdat arada sıkı sıkı tutar ama yine de ona bir an değmek istese sanki bir daha Müjdat ellemez o ellere.
“Yok Müjdat, üzmedin, üzmezsin.”
Müjdat’ın sözleri yoktur bu ana karşılık gelen. Bir bakışı ve bir gülüşü vardır. Lale bu gülüşe ve bakışa hiçbir tasviri yakıştıramamıştır.
“Ceketimi uzatır mısın, cebinde sigaram olacaktı. Sağolasın. Ben balkona çıkayım.”
Müjdat balkona gider ama sadece banyonun ışığını yakar. O da yolunu seçebilmek için. Lale oturduğu yerden kalkar, balkona doğru bir adım atar. Sonra fikir değiştirir mutfağa yürür. Bir bardağa su doldurur, tezgaha dayanır, gözlere nereye daldığını bilmez, suyu dakikalara böle böle yudumlar.
“Lale”
Lale ilk omuzlarından ürperir.
“Afedersin, yine korkuttum.”
“Olsun, çok korkmadım zaten.”
Lale’nin tesellileri hep böyledir, ürkek. Üzmek istemez. Olsun der. Ne önemi var der. Ama uzun uzadıya cümleler söyleyemez ardından.
Müjdat öylesine bir duruşla mutfak kapısında. Lale hala bardaktaki suyla zamanı yavaşlatıyor.
“Müjdat, ben yatayım artık.”
Yarım bir dönüşle bardağı tezgaha bırakır. İnce bir tık. İçinde kalan su dalgalanır. Öylesine duruşunu kenara çeker Müjdat. Lale’nin yanından geçerken bıraktığı yeli içine çekmeyi bekler.
“Pekala, iyi uykular.”
Lale, serinliğini bırakır, ilerler. Müjdat Lale’nin odadan kayboluşundaki o anda, öylesine duruşundan, kapı altından sızan açık unutulmuş banyo ışığından, soluğundaki rakıdan, tezgahtaki yarım bardaktan yorulur.
Lale odadan kaybolmadan,

“Lale, uyuma. Önce gel, saçlarını tarayayım.”

18 Eylül 2014 Perşembe

İlkgençlik



“pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.”
Furuğ Ferruhzad
                                                                                                                         
Bir pencere aralığına bir yaşam sığdıran kadınlar geçti bu yerküreden. Farklı coğrafyalara dağılmışlardı. O aralıktan yüzlerine vuran rüzgar adları da bu yüzden farklılaşmıştı. Köşebaşındaki tek sokak lambasıyla aydınlanan sokağı izlerken bunu önemsemediklerini fark ettim. Lodoslar, poyrazlar, samyelleri, tufanlar, kasırgalar ve benim bilmediğim bir sürü rüzgar o kadınların yüzlerinde yer etti. Uzun uzun isimlendirmeden rüzgar diyip geçtiler. Böyle olması gerekiyordu, hem fikirdiler. Her ayrıntıya isim vermek daha çekilmez kılıyordu her şeyi.
Böyle miydi?
Aslında bunu pek düşündüklerini de sanmıyorum.
Ayşen, odasının penceresinden kayıtsızlıkla sokağı, umutla gökyüzünü izlerken ve merakla ileriki çatıları görmek için koltuğun her iki kenarında duran özenle kabartılmış minderleri altına alıp pencereden başını daha ilerilere uzatırken bunları düşünmediğini uzaktan sadece hareketleriyle bana öğretiyordu. Başına örtüp ensesinde bağlayıp iki yanına sarkıttığı o yemeni bazen kayıp düşerdi başından. Ve bunu kasıtlı yaptığını sadece ikimiz bilirdik. İkimizin bildiğini de sadece ben bilirdim, o hiçbir zaman beni bilmedi.
-
Gölgemin bile diriliğini kaybettiği bu zamanımda, bir pencere aralığında yaşamayı çok da yadırgamıyorum. Burada oturup karşıki yokuşu izlemek, ekmek almaları için sepetle sokaktaki çocuklara para salmak ve aynı sepetle o ekmekleri çekmek, para üstünü onlara bırakmak, mutluluklarını uzun uzadıya değil de pencereyi kapatana kadar hissetmek, ara sıra yaşımın aksiliğini diğer getirileri gibi üstümde taşımak, balkondan balkona yapılan dedikoduları kimselere fark ettirmeden merakla dinlemek, rastgelelikten ibaret bu eylemlerim ve bu zamanıma kadar yapmam dediğim her şeyi yapmış olmam beni şaşırtmıyor, rahatsız etmiyor, içimdeki hiçbir yere dokunmuyor.
Sadece, nedenini bilmediğim bir şekilde her gün buraya oturup Ayşen’i düşünüyorum. Onun o bir kılıç çiçeğinin gölgesi olmaktan öteye gitmeyen hayatını. Kıvrımsız dümdüz ve bakılan her yönden ve açıdan sonu görülen bir kılıç çiçeğinin kendisi bile olamayan gölgeliğini sürdüren hayatını.
-
İşte tam burada hayatımdan uzun uzun dem vurmam gerekecek belki. Şöyle bir kadındım diye başlamam ve ardından Ayşen de şöyle bir kadındı diye devam etmem. Ama ne gerek var. Tüm bu rastgelikleri yaşarken –ve yaşamak biliyoruz ki söylemeyi unutturur-, bunları bana söyleten acılı bir kadının ilk gençliğimde bir kağıda yazdığım iki dizesiyken, ne gerek var.
-

Penceremin yanına gideceğim, bir mum yakacağım, eriyen kısmını pervaza damlatıp mumu oraya bırakacağım, o arada ellerimdeki buruşmuş iri kahverengi noktalar gözüme daha da çarpacak, uzun sürmeyecek onları da unutacağım. Ayşen pencerelerinden bakarken, ben; o aralıktan uzanıp... Bu gece.