“Oğlum sen bekle burada, tamam mı kuzum?”
Köylerden kentlere, değişmeyen hastane kokuları. Koridorda beyaz, metal
sandalyeler. Sene bilmem kaç. Hasan’ın başlangıcı belli olmayan yaşamının yirmi
ikinci senesi. Annesine cevap vermeden beklemeye koyuluyor. Telaşsızca
bırakıyor kendini sandalyeye. Pantolonunun incelmiş yerlerden metalin soğukluğu
dokunuyor bacaklarına. Omuzları aşağıda, elleri birleşik, gözleri birbiri
etrafında dönen baş parmaklarında. Sırtında annesinin evden çıkarken kendi
omuzlarına attığı şal. Bu sandalyede Hasan’ın omuzlarına örtülür. Kahverengi ve
asker yeşili renkli karelerin sıralanmasından oluşmuş. Hasan’ın omuzlarından
akıp gidecek gibi duruyor. Arada bir eliyle çekiyor şalı omuzlarına. Başını
kaldırmıyor. Başka bir uzvunu hareket ettirmiyor. Annesini düşünüyor, gittikçe
küçüldüğünü. Ama kendisi büyümekte. Ellerinden ölçüyor zamanı. Ellerinin
zayıflayıp parmaklarının uzamasıyla başlattı elleri zamanını. Saçlarının
renginde tüyler büyüdü üzerinde ardından. Tırnakları eski yumuşaklığını kaybetti. Arada
birkaçının çürüyüp düştüğü de oldu. Boğum yerinden kesildi sağ serçe parmağı.
Eğer düşerken abisi tutmasaydı üç parmağını kıracaktı muhtemelen, öyle
olacağını düşünüyor. Belirli periyotlarla bir avucu ve göğsünün arasına
sıkıştırdığı röntgenler var bununla birlikte. Elleri, kendi içinde dengesi olan
bir zamanı ölçüyor ama bu Hasan’ın planı değil tabiatından geliyor böyle
ölçülecek bir zaman.
Annesi her sene daha da ağırlaşan adımlarla geliyor Hasan’a. Tarladan,
hastane koridorundan, bakkaldan, ağıldan.
Dağınık omuzlarını hareket ettirmeden başını hafifçe kaldırarak doktorun
kapısına bakıyor. Annesi al yanaklarıyla, lastik pabuçları ve omuzlarındaki
şalın eksikliğiyle yürüyor Hasan’a. Ağzında taze süt kokusu, tırnakları sert,
parmakları nasır, saçları iki örgü örtünün altında, ördüğü kazaklardan kalan
yünlerden bağlı uçlarında. Oğlunun yanına varıp omzunu okşuyor.
“Hadi oğlum.”
Hasan kalkıyor, omuzlarındaki şalı annesinin omuzlarına örtüyor. Özenle.
Kolunu dirseğinden kırıp elini karnının hizasına koyuyor, annesi dirseğinin
boğumuna kolunu doluyor, yormamak için oğlunu yükünü vermemeye çalışıyor ama
kopmamak için de parmaklarıyla kenetleniyor.
Dünyanın dengesine dokunmadan yürüyorlar, adımları kimseleri yerinden
etmiyor, kimseler sezmiyor bu ağır devinimi.
Hastane kapısına varıyorlar önce. Bir rüzgar vuruyor yüzlerine, Hasan
sırtından başlıyor ürpermeye, annesi çelimsiz gövdesini daha da küçültüyor.
Bahçeden geçip bahçe kapısına, ardından minibüse binecekleri durağa…
Durak kalabalık; dizlerinin altında beyaz çorapları, dizlerinin üstünde
kendilerine uygun görülen renkte desende etekleriyle; savurdukları saçları,
oluşmamış kadınlıklarıyla birbiriyle her daim yarışan genç kızlar, gözleri ile
çorapların ve eteğin belirlediği sınırların arasındaki tende yaşayan yeni yetme
oğlanlar, bir büyüğünün küçülmüşlerini giymiş küçük kardeşler, ellerinden
tutulan bir garip hüzünlü anneler, kimin babası olduğu bilinmeyen babalar,
takma dişlerini ve kendilerine has sabun ve yaşam kokan etlerini gururla
taşıyan yaşlılar ve Hasan ile annesi…
Hasan, ayağına doladığı taşla oynuyor. Kaldırım sınırları içinde
gezdiriyor arada ayağının üstünde sektiriyor. Annesine biri yer vermiş,
oturmuş. Oğlunu izliyor, bir yandan da gizlediği elinde tuttuğu tesbih
tanelerine bir şeyler fısıldıyor.
Yavaş yavaş yaklaşıyor minibüs, Hasan annesine bakıp önüne dönüyor bir
adım yola yaklaşıyor. Annesi de oturduğu yerden kalkıp gittikçe yavaşlayarak oğluna
yaklaşıyor.
Şimdi binecekler minibüse. Hasan pencere kenarına oturacak. En büyük
lüksü bu çünkü. Sonra minibüste çalan radyoda belki sevdiği bir türkü denk
gelecek. Gelmese de mühim değil. Başını pencereye dayayıp izleyeceği betondan
bozkıra uzanan bir yol var.
Minibüs hareket etti. Başı pencereye dayalı. Yol bozuldukça daha da
şiddetli çarpıyor başı pencereye. Midesine bir bulantı çöküyor. Ellerine
bakarak devam ediyor yola. Dizlerinin üstünde birleşen ellerine. Bir şeyleri
ölçüyor yine belli belirsiz. Gözlerini kapıyor sonra. Yanında oturan annesini
düşünüyor sonra onun yerinde Şirin’in oturduğunu. Onun vereceği hissi.
Utanıyor. Açıyor gözlerini. Bozkırı izlemeye devam ediyor. Birazdan bitecek
zaten yolculuk. Tahta üzerine yağlı boya ile yazılmış ve yolun kenarına
çakılmış “Çanta Köyü” tabelası göründü. Yavaş yavaş yerinde hareket etti Hasan.
Annesi de durumu sezecek şimdi. Birlikte kalkacaklar. Minibüs durağa
yaklaşıyor. Duruyor, kapı bilinen bir sesle açılıyor. Annesi önden indi
Hasan’ına tutunarak. Hasan basamakları kullanmadı. Toprağa atladı.
Şimdi yürüyorlar. Hasan bir iki adım önde. Arada dönüp annesine bakıp
devam ediyor. Omuzlarındaki dağınıklıktan belli yitip gitmekte olduğu.
“Anne, sen eve git. Ben kahveye uğrıycam.”
Annesi cevapsız bir itaatle ilerliyor, Hasan hızlıca ikinci aralıktan
sola sapıp meydana doğru yürümeye başladı bile.
Güneş tepede. Hasan’ın başında değil, ensesinde. Taşlı yolda oluşan
gölgesini seçmeye çalışıyor Hasan. Taşların arasına girip çıkan, pürüzlü,
rahatsızlık veren bir dağınıklıktaki gölgesini. Bunun elbette çağrıştırdığı
şeyler oluyor. Ama bu cümleleri sarf etmek onun harcı değilmiş gibi. İşte tam
olarak bu dönüyor içinde hızlıca. Yarım yamalak gölgesinin ötesine geçip adam
olmak, bu adamlıkla yaşamak onun harcı değilmiş de işte bu yüzden her gün
kolunun altındaki röntgenler, alınması gereken ilaçlar, bedenindeki ağrılar
artıyormuş gibi.
İçinde dönenleri ve sahip olduğu adamlığını sürükleyerek meydana
varıyor. Önceki senelerin defterlerinden koparılarak yapılan kağıttan bir
uçurtma dolanıyor ayağına, tökezletmiyor. Kaldırıp koyuyor duvarın üzerine. O
sırada yanından hızlıca koşarak geçen çocuk duvarın üzerinden uçurtmayı kapıp, “sağolasın
ağbey” diye bağırarak koşuyor diğer çocukların yanına. Hasan ise alışkanlıktan
öte gelen bir sağolasın dileğinin bir işe yarayıp yaramayacağını düşünerek kahveye
varıyor.
Ahmet orada. Rastlantılarla gelişen bir karşılaşma değil bu. Ahmet
önünde yeni eski tüm gazetelerin bulmacalarıyla yıllardır orada. Bunun verdiği
güvenle şimdi Hasan da burada. Sandalyeyi çekip Ahmet’in karşısına oturuyor.
“Oo hoş geldin Hasan’ım”
“Hoşbuldum”
“Hastaneden mi, yeni bir şey dediler mi?”
“20 yıldır dediklerini yine dediler.”
Cebinden çıkardığı röntgeni masada Ahmet’in önüne kaydırıyor.
Ahmet, röntgeni eline alıp gözlerini kısarak bakıyor, ne olduğunu
anlayamadığı şekle birinin içini görmenin verdiği heyecanla bakıyor. Röntgeni
incelemesi bittiğinde ise, üstteki yazıyı 15 sene önce öğrendiği harfleri
acemice birleştirerek okuyor kendi içine.
“Çanta
Köyü
Hasan Kızıltan
Yaşı:22
Kalb Hastası”
Şimdi Ahmet’in içini görmek kimseye heyecan vermeyecek besbelli.
Röntgeni aynı şekilde Hasan’a geri uzatıyor. Gözlerindeki bulanıklığı ışık
yapıp;
“Üzülme be Hasan’ım, Ömer, çay getir Hasan abine. Hadi sen de çayın
gelene kadar iki harfli bir nota söyle
bana.”
Bunları söylerken eline mavi tükenmez kalemi alıp başını tamamen öne
eğiyor Ahmet. Hasan ise duyuyor, konuşmuyor. Çünkü bir do sesi verip ölümü yeneceğini henüz bilmiyor.