“İş yaparken ağlayan kadınların
çaresizliği ayrı oluyor.” dedi. “Annemi öyle çok gördüm, elleri ıslak diye
sigara yakamaz, gözlerini de silemez, çaresizliğine çaresizlik eklerdi. Ağlarken
hiç sarılamadım ona. Yüzü hiçbir zaman bana dönük değildi. Duvarın dibine çöktüm, sigara yaktım. Kediyi
izledim. Parke taşlarını saydım, hep kırk üç çıktı. Annemin ağlaması kesildi.
Gözyaşları kurdu, yüzü gerginleşti. Tuz. Çayı demledi, sigarasını aldı, önümden
geçip balkona çıktı, kedi de gitti. Ben arkalarından baktım.”
Bir yerlerde unutulmuş gibiydi.
Sırt üstü yatıyor, tavana bakıyor, arada doğruluyor kül tablasından sigarasını
alıyor, gözlerini kısarak dumanı içine çekiyor, tekrar yatıp dumanı tavana
doğru üflüyordu.
Onu izlerken ellerim terliyor,
aklımdan mısralar geçiyordu. Bir adama söylenecek en güzel sözleri Füruzan’dan
öğrenmiştim ama o zaman susmayı tercih ediyordum. Biraz duruyor anlatmaya devam ediyordu. Bunu
neden yaptığımızı hiç bilemedik.
Eylül sonuydu, ekim başı ya da.
Birbirine yakın ancak birbirinden tamamen bağımsız zaman tanımlarını
yadırgamadık hiç, önemsemedik de. Şimdi sorsam bilmez o bankta gelip yanıma
oturduğu günü. Sormam zaten, genelde sormaya gerek kalmıyor. Bir şekilde
anlaşıyoruz. Konuşmanın anlaşmak için çok da geçerli bir yol olmadığını
kabulleneli uzun zaman oldu. “Yağmurun yağması iyidir.” Refleks haline gelmiş
bir cümle. Duydum mu yoksa kendim mi buldum bilmiyorum. İçi dışı bir
cümlelerden biri zaten. Anlaması da kurması da zor değil. Belki anlaması zor da
kurması değil ya da her ikisi de zor, her neyse. O gün yanıma oturduğunda da
karmaşalar içindeydim, bugün ne zaman yanıma otursa bir karmaşa hali sarar
zaten beni. Ne olduğunu hatırlamıyorum. Neden dışarı çıkma gereksinimi
hissetmiştim, bilinmez. Bilinir de söylenmez, söylenir de eksik kalır. Kelimeler
hissedilenlerin bir gömlek altındaymış. Sahi, kimden duymuştum bunu? Neyse. O
gece dışarıdaydım. Aksi, yağmur yağmıyordu. İnsanın üstüne üstüne gelen bir
geceydi. Yapışıyor, bırakmıyor, sürüklüyor, paramparça ediyordu. Mesafeleri
sahiplenmiştim. Uzak olan, benimdi. Gidemiyordum. Gidememeyi kabullenip kalmaya
alışamıyordum da. Kışı bekliyordum, sonbahar da yeterdi, şu yaz bir geçseydi
diyordum. Bir martıyı düşünmeye başlıyordum o anda. Sonra bir kayığı, deniz
fenerlerini, sokak kedilerini, otomobil seslerini, karşı komşunun geçim
sıkıntısını, bir delikanlının ilk
rüyasını düşünüyordum, düşünüyordum. Nedensiz, nedenlere sığınamayacak
durumdaydım. O sırada yanımda bir sigara tütüyordu. Bir el titriyordu. Bir
nefes çarpıyordu yüzüme. Huzursuzca bir bacak sallanıyordu. Başımı sola
çevirdim. Benimle hiç ilgilenmedi. Önüme döndüm. Şimdi konuşmuyor, söyleyemediğimiz
birkaç şeyi bölüşüyorduk.
“Ben bazan istasyonu bulamayan
bir adamım.”
“Cemal Süreya da öyle diyor.”
“Elleri beyazdı onun da,
istasyonda bir tiren olduğu da olurdu. Anne ne hüzünlü kelime, bir ağıttan
kopup gelmiş gibi.”
Sigarasını bana uzattı, aldım.
Sigara yandı, yanında ağıtlar da. Arkama yaslandım, öne eğildi. Ağıtlar
düşündüm, anneden daha hüzünlü kelimeler aradım. O bulamamıştı. Sigara izmaritini
yere attım. Üstüne bastı, söndürdü. Eğilip aldı, çantasından metal bir kutu
çıkardı, izmariti onun içine koydu.
“Madde dediğimiz şeyin de bir
ruhu vardır. Bir izmaritin ezilmişliğinde kendini görebilirsin. Birçok açıdan.
Bir izmaritin ezilmişliği sana bir insanı anlatır, bir halkı ve daha
nicelerini. Anneni görebildiğin gibi, hiç tanımadığın bir anneyi de
görebilirsin ve ikisini birbirinden ayıramayacak kadar benimsersin. Sokaktan
geçen bir çocuğu, kafasından vurulan bir adamı, dövülerek öldürülen gençleri,
bombalanan şehirleri; iyi bak, hepsini göreceksin.”
Cümlesini bitirdikten sonra
kutuyu çantasına tekrar koydu. Bir şey söyleme ihtiyacı hissetmiyordum. Birazdan
kalkıp gidecekti nasıl olsa, bu bilinmeyecek bir şey değildi. Böyle adamları
tanırdım, hepsi yabancılara aşıktı. Tanımadıklarında daha çok severlerdi. Ve
daha çok söylemezlerdi. Daha çok kaçarlardı. Daha çok korkarlardı. Uzaktan
bakarlardı. Başka bir uzak bulana değin. Ben ise, dedim ya, uzakları
sahiplenmiştim; uzak olan, benimdi. Yabancı olarak ben, bir yabancıyla böyle
tamamlanırdım. Sonra mı ne olurdu,
olmazdı. Olduramazdık. Bunu birbirimize anlatırdık. İkimizde biz de bu kadar
kırgınlık varken ne olmasını beklerdik. Hak verirdik ama haklı olmayı
istemezdik. Eksikliklerimizle yaşamak marifet gibi gelirdi, güçlü olduğumuzu
hissederdik, bazen de hayatın ayaklarına dolanan biz olmak isterdik, eksiktik
ama güçlüydük, umudumuz vardı. Avunmak için ne güzel sözler seçmiştik.