19 Temmuz 2013 Cuma

...



“İş yaparken ağlayan kadınların çaresizliği ayrı oluyor.” dedi. “Annemi öyle çok gördüm, elleri ıslak diye sigara yakamaz, gözlerini de silemez, çaresizliğine çaresizlik eklerdi. Ağlarken hiç sarılamadım ona. Yüzü hiçbir zaman bana dönük değildi.  Duvarın dibine çöktüm, sigara yaktım. Kediyi izledim. Parke taşlarını saydım, hep kırk üç çıktı. Annemin ağlaması kesildi. Gözyaşları kurdu, yüzü gerginleşti. Tuz. Çayı demledi, sigarasını aldı, önümden geçip balkona çıktı, kedi de gitti. Ben arkalarından baktım.” 
Bir yerlerde unutulmuş gibiydi. Sırt üstü yatıyor, tavana bakıyor, arada doğruluyor kül tablasından sigarasını alıyor, gözlerini kısarak dumanı içine çekiyor, tekrar yatıp dumanı tavana doğru üflüyordu.
Onu izlerken ellerim terliyor, aklımdan mısralar geçiyordu. Bir adama söylenecek en güzel sözleri Füruzan’dan öğrenmiştim ama o zaman susmayı tercih ediyordum.  Biraz duruyor anlatmaya devam ediyordu. Bunu neden yaptığımızı hiç bilemedik.

Eylül sonuydu, ekim başı ya da. Birbirine yakın ancak birbirinden tamamen bağımsız zaman tanımlarını yadırgamadık hiç, önemsemedik de. Şimdi sorsam bilmez o bankta gelip yanıma oturduğu günü. Sormam zaten, genelde sormaya gerek kalmıyor. Bir şekilde anlaşıyoruz. Konuşmanın anlaşmak için çok da geçerli bir yol olmadığını kabulleneli uzun zaman oldu. “Yağmurun yağması iyidir.” Refleks haline gelmiş bir cümle. Duydum mu yoksa kendim mi buldum bilmiyorum. İçi dışı bir cümlelerden biri zaten. Anlaması da kurması da zor değil. Belki anlaması zor da kurması değil ya da her ikisi de zor, her neyse. O gün yanıma oturduğunda da karmaşalar içindeydim, bugün ne zaman yanıma otursa bir karmaşa hali sarar zaten beni. Ne olduğunu hatırlamıyorum. Neden dışarı çıkma gereksinimi hissetmiştim, bilinmez. Bilinir de söylenmez, söylenir de eksik kalır. Kelimeler hissedilenlerin bir gömlek altındaymış. Sahi, kimden duymuştum bunu? Neyse. O gece dışarıdaydım. Aksi, yağmur yağmıyordu. İnsanın üstüne üstüne gelen bir geceydi. Yapışıyor, bırakmıyor, sürüklüyor, paramparça ediyordu. Mesafeleri sahiplenmiştim. Uzak olan, benimdi. Gidemiyordum. Gidememeyi kabullenip kalmaya alışamıyordum da. Kışı bekliyordum, sonbahar da yeterdi, şu yaz bir geçseydi diyordum. Bir martıyı düşünmeye başlıyordum o anda. Sonra bir kayığı, deniz fenerlerini, sokak kedilerini, otomobil seslerini, karşı komşunun geçim sıkıntısını,  bir delikanlının ilk rüyasını düşünüyordum, düşünüyordum. Nedensiz, nedenlere sığınamayacak durumdaydım. O sırada yanımda bir sigara tütüyordu. Bir el titriyordu. Bir nefes çarpıyordu yüzüme. Huzursuzca bir bacak sallanıyordu. Başımı sola çevirdim. Benimle hiç ilgilenmedi. Önüme döndüm. Şimdi konuşmuyor, söyleyemediğimiz birkaç şeyi bölüşüyorduk.
“Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım.”
“Cemal Süreya da öyle diyor.”
“Elleri beyazdı onun da, istasyonda bir tiren olduğu da olurdu. Anne ne hüzünlü kelime, bir ağıttan kopup gelmiş gibi.”
Sigarasını bana uzattı, aldım. Sigara yandı, yanında ağıtlar da. Arkama yaslandım, öne eğildi. Ağıtlar düşündüm, anneden daha hüzünlü kelimeler aradım. O bulamamıştı. Sigara izmaritini yere attım. Üstüne bastı, söndürdü. Eğilip aldı, çantasından metal bir kutu çıkardı, izmariti onun içine koydu.
“Madde dediğimiz şeyin de bir ruhu vardır. Bir izmaritin ezilmişliğinde kendini görebilirsin. Birçok açıdan. Bir izmaritin ezilmişliği sana bir insanı anlatır, bir halkı ve daha nicelerini. Anneni görebildiğin gibi, hiç tanımadığın bir anneyi de görebilirsin ve ikisini birbirinden ayıramayacak kadar benimsersin. Sokaktan geçen bir çocuğu, kafasından vurulan bir adamı, dövülerek öldürülen gençleri, bombalanan şehirleri; iyi bak, hepsini göreceksin.”
Cümlesini bitirdikten sonra kutuyu çantasına tekrar koydu. Bir şey söyleme ihtiyacı hissetmiyordum. Birazdan kalkıp gidecekti nasıl olsa, bu bilinmeyecek bir şey değildi. Böyle adamları tanırdım, hepsi yabancılara aşıktı. Tanımadıklarında daha çok severlerdi. Ve daha çok söylemezlerdi. Daha çok kaçarlardı. Daha çok korkarlardı. Uzaktan bakarlardı. Başka bir uzak bulana değin. Ben ise, dedim ya, uzakları sahiplenmiştim; uzak olan, benimdi. Yabancı olarak ben, bir yabancıyla böyle tamamlanırdım.  Sonra mı ne olurdu, olmazdı. Olduramazdık. Bunu birbirimize anlatırdık. İkimizde biz de bu kadar kırgınlık varken ne olmasını beklerdik. Hak verirdik ama haklı olmayı istemezdik. Eksikliklerimizle yaşamak marifet gibi gelirdi, güçlü olduğumuzu hissederdik, bazen de hayatın ayaklarına dolanan biz olmak isterdik, eksiktik ama güçlüydük, umudumuz vardı. Avunmak için ne güzel sözler seçmiştik.