Aren Roupen'e
“Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık.”
Acele
uyandım, acele hazırlandım, acele otobüslere bindim, acele otobüslerden indim
bu sabah. Her şeyi bitirip buraya
geldim. Şimdi bekliyorum. Yağmur yağıyor. Yağmura yakışmak gibi bir çabam yok,
sadece otomobillere ve trafik ışıklarına dikkat ediyorum. Ölümden korkulurmuş
çünkü.
Bunun yanında ellerim terliyor, geldiğinde tokalaşmamız gerekebilir. Sahi, gelmiş
olabilir mi? Bana bakan o olabilir mi? Eski bir öğretiye itaatten
tanımadıklarımın yüzüne fazla bakmamalıyım.
“Ey, iki
adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!”
Yine de
tanımadıklarıma bakmıyorum. Kitabın moru atmosfere siniyor. Başımı
kaldırayım. Bir kez bakayım. Bakayım.”
Defteri
kapatıp karşı masaya baktı. Otuz saniye –zaman bu kadar göreceli olmamalı-
birbirlerine baktıktan sonra, birbirlerini nasıl olduğu anlaşılmayacak bir
şekilde tanıyıp aynı masada buluştular. Bekleyen ve beklenilen sıfatlarını kendilerine
yakıştırdıkları için isimlerini bir süreliğine –göreceli- reddetmek istediler.
Bekleyen ve beklenilen, bir kadın ve bir erkek, bir yabancı ve başka bir
yabancı, gelecek günlerin iki iyi dostu ve daha olabilecekleri sayısı belli
olmayan bu yüzden fazla düşünmeden sonsuz denilebilecek olasılıklarla o
masadaydılar.
-
“Şimdi
yalnızız ama olsun, artık birlikte yalnızız.”
Hareketlerindeki
kekemelik sevdiği tüm erkekleri birer birer hatırlattı ona. Birer birer. Saydı.
Bir karmaşık sayıya denk geldi. Sıkıldı. Elinde mumu eritti. Yamuk duran birkaç
şeyi düzeltti. Bazılarını düzeltemedi. Kül tablasını kendi ekseni etrafında
döndürdü defalarca. Defalarca. Kül tablası hep düz durdu.
“Kül tablası
kadar olamadık.”
“Bazen
düşünüyorum da, kedi olsam ne hissederdim.”
“Kelimeler
albayım…”
“…bazı
anlamlara gelmiyor.”
“Okumadan
öğrenmişiz.”
“Costello?”
“Değil.”
“Ben ondan
dinlemiştim.”
“Tanıdığım en
normal insan sensin.”
“Teşekkür
etmeli miyim?”
“Ancak
yanakların uzamıyor. Neye gülüyorsun?”
“Senin
tanımadığım zamanlardan tanıdığım zamanlara geçişime.”
“Kadıköy’e
gitmeliyim.”
Diye devam
ediyordu her şey. Bir şey konuşuluyordu. Durup, “biz yapamayız onu” diyordu.”
Ben yapamam ama biliyorum sen de yapamazsın.”
-
Günlerin de
kokusu vardı. O gün orada, bir kokuyu o güne ait kıldılar. Anlamlar yüklediler.
Anlamlı şeyler olmayınca anlam yaratmak gerekirdi, hemfikirdiler.
Yalnızlıklarını saydılar, birininki bir tam sayı çıktı, diğerininki rasyoneldi.
Serbest çağrışımlarla konuştular. Birbirlerine cevap vermek gibi bir niyetleri
yoktu. Her kelime bir diğerini
tamamlıyor, bir musiki oluşturuyordu. Musiki ruhun gıdasıydı, musikiye
bayılıyorlardı. Sesleri enstrümanlara dönüşüyor, bunu fark ediyorlardı.
“A capella*” dedi. “Bugün burada
seslerimizle güzel şeyler yaratmadık mı?” Serbest çağrıştı. “Capella**” dedi. “Bugün burada kendi
sistemimize birkaç ışık yılı uzaklıkta olduğumuzu kanıtlamadık mı?”
Daha fazla konuşmadılar. “şu batan gün bile/gideceği
zamanı bildi/ biz neyi bekliyoruz/ ne kadar sürecek daha” Kalktılar.
-
Şimdi o istasyona doğru yürürken duraktan ona bakıyor ve
bir Tomris Uyar öyküsüne bırakılmak istiyordu, oradan yolunu bulurdu,
biliyordu.
*Çok sesli bir müzik türü.
Enstrüman olarak insan sesi kullanılır.
**Güneş sistemine 42,2 ışık
yılı uzaklıkta, Arabacı takımyıldızındaki en parlak yıldız.