23 Mayıs 2013 Perşembe

Capella


Aren Roupen'e


“Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık.”
Acele uyandım, acele hazırlandım, acele otobüslere bindim, acele otobüslerden indim bu sabah.  Her şeyi bitirip buraya geldim. Şimdi bekliyorum. Yağmur yağıyor. Yağmura yakışmak gibi bir çabam yok, sadece otomobillere ve trafik ışıklarına dikkat ediyorum. Ölümden korkulurmuş çünkü.
Bunun yanında ellerim terliyor, geldiğinde tokalaşmamız gerekebilir. Sahi, gelmiş olabilir mi? Bana bakan o olabilir mi? Eski bir öğretiye itaatten tanımadıklarımın yüzüne fazla bakmamalıyım. 
“Ey, iki adımlık yerküre
            senin bütün arka bahçelerini
                        gördüm ben!”
Yine de tanımadıklarıma bakmıyorum. Kitabın moru atmosfere siniyor. Başımı kaldırayım. Bir kez bakayım. Bakayım.”

Defteri kapatıp karşı masaya baktı. Otuz saniye –zaman bu kadar göreceli olmamalı- birbirlerine baktıktan sonra, birbirlerini nasıl olduğu anlaşılmayacak bir şekilde tanıyıp aynı masada buluştular.  Bekleyen ve beklenilen sıfatlarını kendilerine yakıştırdıkları için isimlerini bir süreliğine –göreceli- reddetmek istediler. Bekleyen ve beklenilen, bir kadın ve bir erkek, bir yabancı ve başka bir yabancı, gelecek günlerin iki iyi dostu ve daha olabilecekleri sayısı belli olmayan bu yüzden fazla düşünmeden sonsuz denilebilecek olasılıklarla o masadaydılar.
-
“Şimdi yalnızız ama olsun, artık birlikte yalnızız.”           
Hareketlerindeki kekemelik sevdiği tüm erkekleri birer birer hatırlattı ona. Birer birer. Saydı. Bir karmaşık sayıya denk geldi. Sıkıldı. Elinde mumu eritti. Yamuk duran birkaç şeyi düzeltti. Bazılarını düzeltemedi. Kül tablasını kendi ekseni etrafında döndürdü defalarca. Defalarca. Kül tablası hep düz durdu.
“Kül tablası kadar olamadık.”
“Bazen düşünüyorum da, kedi olsam ne hissederdim.”
“Kelimeler albayım…”
“…bazı anlamlara gelmiyor.”
“Okumadan öğrenmişiz.”
“Costello?”
“Değil.”
“Ben ondan dinlemiştim.”
“Tanıdığım en normal insan sensin.”
“Teşekkür etmeli miyim?”
“Ancak yanakların uzamıyor. Neye gülüyorsun?”
“Senin tanımadığım zamanlardan tanıdığım zamanlara geçişime.”
“Kadıköy’e gitmeliyim.”
Diye devam ediyordu her şey. Bir şey konuşuluyordu. Durup, “biz yapamayız onu” diyordu.” Ben yapamam ama biliyorum sen de yapamazsın.”
-
Günlerin de kokusu vardı. O gün orada, bir kokuyu o güne ait kıldılar. Anlamlar yüklediler. Anlamlı şeyler olmayınca anlam yaratmak gerekirdi, hemfikirdiler. Yalnızlıklarını saydılar, birininki bir tam sayı çıktı, diğerininki rasyoneldi. Serbest çağrışımlarla konuştular. Birbirlerine cevap vermek gibi bir niyetleri yoktu.  Her kelime bir diğerini tamamlıyor, bir musiki oluşturuyordu. Musiki ruhun gıdasıydı, musikiye bayılıyorlardı. Sesleri enstrümanlara dönüşüyor, bunu fark ediyorlardı.
 A capella*” dedi. “Bugün burada seslerimizle güzel şeyler yaratmadık mı?” Serbest çağrıştı. “Capella**” dedi. “Bugün burada kendi sistemimize birkaç ışık yılı uzaklıkta olduğumuzu kanıtlamadık mı?”
Daha fazla konuşmadılar. “şu batan gün bile/gideceği zamanı bildi/ biz neyi bekliyoruz/ ne kadar sürecek daha”  Kalktılar.
-
Şimdi o istasyona doğru yürürken duraktan ona bakıyor ve bir Tomris Uyar öyküsüne bırakılmak istiyordu, oradan yolunu bulurdu, biliyordu.




*Çok sesli bir müzik türü. Enstrüman olarak insan sesi kullanılır.
**Güneş sistemine 42,2 ışık yılı uzaklıkta, Arabacı takımyıldızındaki en parlak yıldız.