30 Aralık 2013 Pazartesi

o bank. cadde üzerinde, büyük çınarın altındaki.

Önümden geçen adam karısını bir kez aldattı. Tekerlekli çantasını yerde sürüyen çocukta tek hazinesine sarilmanin mutluluğu. Yemek tuzlu mu olmuş diye düşündü yaşlı kadın. Arkasında bir hayal düşürdü orta yaşlının biri.
İzmaritin tam yanında,
izmaritle beraber.
Yanıyor.

Kimbilir şu an nerelerde otobüsler kaçırıyorum. Kırmızı ışığı beklemeden geçmenın tedirginliği. Itaatsizlik korkunç korku. Öyle bir sıkılmış ki çocuk yanaklarini sisiriyor. Annesi senkronize olarak hizli olmasini emrediyor. Evet baba eve geldi evet baba haksiz sinirli. Ben içimde tüm haksizliklara karsi bir Ece Ayhan büyütüyorum. Bir yağmur yagsa isiklar suda eriyecekler oyle hazirlar. Herkes yetismeye calisiyor. Ben yanimdakini arıyorum. Yanimdaki en son ne zaman yanimdaydi? O zamanın önünden bilmemkac kilometre hızla geçiyorum. Bir bankın gözü olmaktan öteye varamıyorum.

16 Ağustos 2013 Cuma

yarım yarım.

...O geceyi, her gece düşünürüm. O da bilir bunu. Arada yattığı yerden bana o geceyi anlatır. Neden kalkıp benimle geldiğini anlatır. Sonra annesini anlatır. Mahir zaten her gece annesini anlatır. Bugünlerde biraz daha iyi Mahir, arada gülüyor. Pencere pervazındaki kuşları izliyor çoğunlukla. Odaya girdiğimde işaret parmağını dudağına götürüyor, “şşş” diyor “korkup kaçmasınlar”. Sabah ben uyanmadan ekmek almaya gidiyor. Çayı demliyor. Perşembeleri pazara gidiyor. Naneler almış. Onları kurutuyor. Annesiyle konuşuyor kuruturken. Az çalışıyor Mahir, yaptığı hiçbir işi sevmemiş zaten. Hala da sevmez. Kirayı bazen o ödüyor. Bazen ben. Bazen ikimiz de ödemiyoruz. Bazen paramız çok oluyor, o zaman ya rakı alıyor ya şarap. Şarap içersek “Lucy” diyor bana, gülüşüyoruz. Sonra yanımda uyuyor. Şaraptan mıdır nedir, bazen karanlıktan çok korkuyor Mahir...

19 Temmuz 2013 Cuma

...



“İş yaparken ağlayan kadınların çaresizliği ayrı oluyor.” dedi. “Annemi öyle çok gördüm, elleri ıslak diye sigara yakamaz, gözlerini de silemez, çaresizliğine çaresizlik eklerdi. Ağlarken hiç sarılamadım ona. Yüzü hiçbir zaman bana dönük değildi.  Duvarın dibine çöktüm, sigara yaktım. Kediyi izledim. Parke taşlarını saydım, hep kırk üç çıktı. Annemin ağlaması kesildi. Gözyaşları kurdu, yüzü gerginleşti. Tuz. Çayı demledi, sigarasını aldı, önümden geçip balkona çıktı, kedi de gitti. Ben arkalarından baktım.” 
Bir yerlerde unutulmuş gibiydi. Sırt üstü yatıyor, tavana bakıyor, arada doğruluyor kül tablasından sigarasını alıyor, gözlerini kısarak dumanı içine çekiyor, tekrar yatıp dumanı tavana doğru üflüyordu.
Onu izlerken ellerim terliyor, aklımdan mısralar geçiyordu. Bir adama söylenecek en güzel sözleri Füruzan’dan öğrenmiştim ama o zaman susmayı tercih ediyordum.  Biraz duruyor anlatmaya devam ediyordu. Bunu neden yaptığımızı hiç bilemedik.

Eylül sonuydu, ekim başı ya da. Birbirine yakın ancak birbirinden tamamen bağımsız zaman tanımlarını yadırgamadık hiç, önemsemedik de. Şimdi sorsam bilmez o bankta gelip yanıma oturduğu günü. Sormam zaten, genelde sormaya gerek kalmıyor. Bir şekilde anlaşıyoruz. Konuşmanın anlaşmak için çok da geçerli bir yol olmadığını kabulleneli uzun zaman oldu. “Yağmurun yağması iyidir.” Refleks haline gelmiş bir cümle. Duydum mu yoksa kendim mi buldum bilmiyorum. İçi dışı bir cümlelerden biri zaten. Anlaması da kurması da zor değil. Belki anlaması zor da kurması değil ya da her ikisi de zor, her neyse. O gün yanıma oturduğunda da karmaşalar içindeydim, bugün ne zaman yanıma otursa bir karmaşa hali sarar zaten beni. Ne olduğunu hatırlamıyorum. Neden dışarı çıkma gereksinimi hissetmiştim, bilinmez. Bilinir de söylenmez, söylenir de eksik kalır. Kelimeler hissedilenlerin bir gömlek altındaymış. Sahi, kimden duymuştum bunu? Neyse. O gece dışarıdaydım. Aksi, yağmur yağmıyordu. İnsanın üstüne üstüne gelen bir geceydi. Yapışıyor, bırakmıyor, sürüklüyor, paramparça ediyordu. Mesafeleri sahiplenmiştim. Uzak olan, benimdi. Gidemiyordum. Gidememeyi kabullenip kalmaya alışamıyordum da. Kışı bekliyordum, sonbahar da yeterdi, şu yaz bir geçseydi diyordum. Bir martıyı düşünmeye başlıyordum o anda. Sonra bir kayığı, deniz fenerlerini, sokak kedilerini, otomobil seslerini, karşı komşunun geçim sıkıntısını,  bir delikanlının ilk rüyasını düşünüyordum, düşünüyordum. Nedensiz, nedenlere sığınamayacak durumdaydım. O sırada yanımda bir sigara tütüyordu. Bir el titriyordu. Bir nefes çarpıyordu yüzüme. Huzursuzca bir bacak sallanıyordu. Başımı sola çevirdim. Benimle hiç ilgilenmedi. Önüme döndüm. Şimdi konuşmuyor, söyleyemediğimiz birkaç şeyi bölüşüyorduk.
“Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım.”
“Cemal Süreya da öyle diyor.”
“Elleri beyazdı onun da, istasyonda bir tiren olduğu da olurdu. Anne ne hüzünlü kelime, bir ağıttan kopup gelmiş gibi.”
Sigarasını bana uzattı, aldım. Sigara yandı, yanında ağıtlar da. Arkama yaslandım, öne eğildi. Ağıtlar düşündüm, anneden daha hüzünlü kelimeler aradım. O bulamamıştı. Sigara izmaritini yere attım. Üstüne bastı, söndürdü. Eğilip aldı, çantasından metal bir kutu çıkardı, izmariti onun içine koydu.
“Madde dediğimiz şeyin de bir ruhu vardır. Bir izmaritin ezilmişliğinde kendini görebilirsin. Birçok açıdan. Bir izmaritin ezilmişliği sana bir insanı anlatır, bir halkı ve daha nicelerini. Anneni görebildiğin gibi, hiç tanımadığın bir anneyi de görebilirsin ve ikisini birbirinden ayıramayacak kadar benimsersin. Sokaktan geçen bir çocuğu, kafasından vurulan bir adamı, dövülerek öldürülen gençleri, bombalanan şehirleri; iyi bak, hepsini göreceksin.”
Cümlesini bitirdikten sonra kutuyu çantasına tekrar koydu. Bir şey söyleme ihtiyacı hissetmiyordum. Birazdan kalkıp gidecekti nasıl olsa, bu bilinmeyecek bir şey değildi. Böyle adamları tanırdım, hepsi yabancılara aşıktı. Tanımadıklarında daha çok severlerdi. Ve daha çok söylemezlerdi. Daha çok kaçarlardı. Daha çok korkarlardı. Uzaktan bakarlardı. Başka bir uzak bulana değin. Ben ise, dedim ya, uzakları sahiplenmiştim; uzak olan, benimdi. Yabancı olarak ben, bir yabancıyla böyle tamamlanırdım.  Sonra mı ne olurdu, olmazdı. Olduramazdık. Bunu birbirimize anlatırdık. İkimizde biz de bu kadar kırgınlık varken ne olmasını beklerdik. Hak verirdik ama haklı olmayı istemezdik. Eksikliklerimizle yaşamak marifet gibi gelirdi, güçlü olduğumuzu hissederdik, bazen de hayatın ayaklarına dolanan biz olmak isterdik, eksiktik ama güçlüydük, umudumuz vardı. Avunmak için ne güzel sözler seçmiştik.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Capella


Aren Roupen'e


“Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık.”
Acele uyandım, acele hazırlandım, acele otobüslere bindim, acele otobüslerden indim bu sabah.  Her şeyi bitirip buraya geldim. Şimdi bekliyorum. Yağmur yağıyor. Yağmura yakışmak gibi bir çabam yok, sadece otomobillere ve trafik ışıklarına dikkat ediyorum. Ölümden korkulurmuş çünkü.
Bunun yanında ellerim terliyor, geldiğinde tokalaşmamız gerekebilir. Sahi, gelmiş olabilir mi? Bana bakan o olabilir mi? Eski bir öğretiye itaatten tanımadıklarımın yüzüne fazla bakmamalıyım. 
“Ey, iki adımlık yerküre
            senin bütün arka bahçelerini
                        gördüm ben!”
Yine de tanımadıklarıma bakmıyorum. Kitabın moru atmosfere siniyor. Başımı kaldırayım. Bir kez bakayım. Bakayım.”

Defteri kapatıp karşı masaya baktı. Otuz saniye –zaman bu kadar göreceli olmamalı- birbirlerine baktıktan sonra, birbirlerini nasıl olduğu anlaşılmayacak bir şekilde tanıyıp aynı masada buluştular.  Bekleyen ve beklenilen sıfatlarını kendilerine yakıştırdıkları için isimlerini bir süreliğine –göreceli- reddetmek istediler. Bekleyen ve beklenilen, bir kadın ve bir erkek, bir yabancı ve başka bir yabancı, gelecek günlerin iki iyi dostu ve daha olabilecekleri sayısı belli olmayan bu yüzden fazla düşünmeden sonsuz denilebilecek olasılıklarla o masadaydılar.
-
“Şimdi yalnızız ama olsun, artık birlikte yalnızız.”           
Hareketlerindeki kekemelik sevdiği tüm erkekleri birer birer hatırlattı ona. Birer birer. Saydı. Bir karmaşık sayıya denk geldi. Sıkıldı. Elinde mumu eritti. Yamuk duran birkaç şeyi düzeltti. Bazılarını düzeltemedi. Kül tablasını kendi ekseni etrafında döndürdü defalarca. Defalarca. Kül tablası hep düz durdu.
“Kül tablası kadar olamadık.”
“Bazen düşünüyorum da, kedi olsam ne hissederdim.”
“Kelimeler albayım…”
“…bazı anlamlara gelmiyor.”
“Okumadan öğrenmişiz.”
“Costello?”
“Değil.”
“Ben ondan dinlemiştim.”
“Tanıdığım en normal insan sensin.”
“Teşekkür etmeli miyim?”
“Ancak yanakların uzamıyor. Neye gülüyorsun?”
“Senin tanımadığım zamanlardan tanıdığım zamanlara geçişime.”
“Kadıköy’e gitmeliyim.”
Diye devam ediyordu her şey. Bir şey konuşuluyordu. Durup, “biz yapamayız onu” diyordu.” Ben yapamam ama biliyorum sen de yapamazsın.”
-
Günlerin de kokusu vardı. O gün orada, bir kokuyu o güne ait kıldılar. Anlamlar yüklediler. Anlamlı şeyler olmayınca anlam yaratmak gerekirdi, hemfikirdiler. Yalnızlıklarını saydılar, birininki bir tam sayı çıktı, diğerininki rasyoneldi. Serbest çağrışımlarla konuştular. Birbirlerine cevap vermek gibi bir niyetleri yoktu.  Her kelime bir diğerini tamamlıyor, bir musiki oluşturuyordu. Musiki ruhun gıdasıydı, musikiye bayılıyorlardı. Sesleri enstrümanlara dönüşüyor, bunu fark ediyorlardı.
 A capella*” dedi. “Bugün burada seslerimizle güzel şeyler yaratmadık mı?” Serbest çağrıştı. “Capella**” dedi. “Bugün burada kendi sistemimize birkaç ışık yılı uzaklıkta olduğumuzu kanıtlamadık mı?”
Daha fazla konuşmadılar. “şu batan gün bile/gideceği zamanı bildi/ biz neyi bekliyoruz/ ne kadar sürecek daha”  Kalktılar.
-
Şimdi o istasyona doğru yürürken duraktan ona bakıyor ve bir Tomris Uyar öyküsüne bırakılmak istiyordu, oradan yolunu bulurdu, biliyordu.




*Çok sesli bir müzik türü. Enstrüman olarak insan sesi kullanılır.
**Güneş sistemine 42,2 ışık yılı uzaklıkta, Arabacı takımyıldızındaki en parlak yıldız.

1 Mart 2013 Cuma

Kendi kutsal kitaplarımız olacak bizim sadece birbirimize okuduğumuz.

30 Ocak 2013 Çarşamba

babamın kıyafetleri içinde babam olmadığında daha sağlıklı görünüyor.

23 Ocak 2013 Çarşamba

anlamsız şeyler yaptığımız doğrudur
anlamsızlığın anlamında
kaybolup
bulduklarımız
bir yalnızlığı
pekala

doldurur?