Önümden geçen adam karısını bir kez aldattı. Tekerlekli çantasını yerde
sürüyen çocukta tek hazinesine sarilmanin mutluluğu. Yemek tuzlu mu
olmuş diye düşündü yaşlı kadın. Arkasında bir hayal düşürdü orta
yaşlının biri.
İzmaritin tam yanında,
izmaritle beraber.
Yanıyor.
Kimbilir şu an nerelerde otobüsler kaçırıyorum. Kırmızı ışığı beklemeden
geçmenın tedirginliği. Itaatsizlik korkunç korku. Öyle bir sıkılmış ki
çocuk yanaklarini sisiriyor. Annesi senkronize olarak hizli olmasini
emrediyor. Evet baba eve geldi evet baba haksiz sinirli. Ben içimde tüm
haksizliklara karsi bir Ece Ayhan büyütüyorum. Bir yağmur yagsa isiklar
suda eriyecekler oyle hazirlar. Herkes yetismeye calisiyor. Ben
yanimdakini arıyorum. Yanimdaki en son ne zaman yanimdaydi? O zamanın
önünden bilmemkac kilometre hızla geçiyorum. Bir bankın gözü olmaktan
öteye varamıyorum.
30 Aralık 2013 Pazartesi
16 Ağustos 2013 Cuma
yarım yarım.
...O geceyi, her gece düşünürüm. O da bilir bunu. Arada yattığı yerden
bana o geceyi anlatır. Neden kalkıp benimle geldiğini anlatır. Sonra
annesini anlatır. Mahir zaten her gece annesini anlatır. Bugünlerde
biraz daha iyi Mahir, arada gülüyor. Pencere pervazındaki kuşları
izliyor çoğunlukla. Odaya girdiğimde işaret parmağını dudağına
götürüyor, “şşş” diyor “korkup kaçmasınlar”. Sabah ben uyanmadan ekmek
almaya gidiyor. Çayı demliyor. Perşembeleri pazara gidiyor. Naneler
almış. Onları kurutuyor. Annesiyle konuşuyor kuruturken. Az çalışıyor
Mahir, yaptığı hiçbir işi sevmemiş zaten. Hala da sevmez. Kirayı bazen o
ödüyor. Bazen ben. Bazen ikimiz de ödemiyoruz. Bazen paramız çok
oluyor, o zaman ya rakı alıyor ya şarap. Şarap içersek “Lucy” diyor
bana, gülüşüyoruz. Sonra yanımda uyuyor. Şaraptan mıdır nedir, bazen
karanlıktan çok korkuyor Mahir...
19 Temmuz 2013 Cuma
...
“İş yaparken ağlayan kadınların
çaresizliği ayrı oluyor.” dedi. “Annemi öyle çok gördüm, elleri ıslak diye
sigara yakamaz, gözlerini de silemez, çaresizliğine çaresizlik eklerdi. Ağlarken
hiç sarılamadım ona. Yüzü hiçbir zaman bana dönük değildi. Duvarın dibine çöktüm, sigara yaktım. Kediyi
izledim. Parke taşlarını saydım, hep kırk üç çıktı. Annemin ağlaması kesildi.
Gözyaşları kurdu, yüzü gerginleşti. Tuz. Çayı demledi, sigarasını aldı, önümden
geçip balkona çıktı, kedi de gitti. Ben arkalarından baktım.”
Bir yerlerde unutulmuş gibiydi.
Sırt üstü yatıyor, tavana bakıyor, arada doğruluyor kül tablasından sigarasını
alıyor, gözlerini kısarak dumanı içine çekiyor, tekrar yatıp dumanı tavana
doğru üflüyordu.
Onu izlerken ellerim terliyor,
aklımdan mısralar geçiyordu. Bir adama söylenecek en güzel sözleri Füruzan’dan
öğrenmiştim ama o zaman susmayı tercih ediyordum. Biraz duruyor anlatmaya devam ediyordu. Bunu
neden yaptığımızı hiç bilemedik.
Eylül sonuydu, ekim başı ya da.
Birbirine yakın ancak birbirinden tamamen bağımsız zaman tanımlarını
yadırgamadık hiç, önemsemedik de. Şimdi sorsam bilmez o bankta gelip yanıma
oturduğu günü. Sormam zaten, genelde sormaya gerek kalmıyor. Bir şekilde
anlaşıyoruz. Konuşmanın anlaşmak için çok da geçerli bir yol olmadığını
kabulleneli uzun zaman oldu. “Yağmurun yağması iyidir.” Refleks haline gelmiş
bir cümle. Duydum mu yoksa kendim mi buldum bilmiyorum. İçi dışı bir
cümlelerden biri zaten. Anlaması da kurması da zor değil. Belki anlaması zor da
kurması değil ya da her ikisi de zor, her neyse. O gün yanıma oturduğunda da
karmaşalar içindeydim, bugün ne zaman yanıma otursa bir karmaşa hali sarar
zaten beni. Ne olduğunu hatırlamıyorum. Neden dışarı çıkma gereksinimi
hissetmiştim, bilinmez. Bilinir de söylenmez, söylenir de eksik kalır. Kelimeler
hissedilenlerin bir gömlek altındaymış. Sahi, kimden duymuştum bunu? Neyse. O
gece dışarıdaydım. Aksi, yağmur yağmıyordu. İnsanın üstüne üstüne gelen bir
geceydi. Yapışıyor, bırakmıyor, sürüklüyor, paramparça ediyordu. Mesafeleri
sahiplenmiştim. Uzak olan, benimdi. Gidemiyordum. Gidememeyi kabullenip kalmaya
alışamıyordum da. Kışı bekliyordum, sonbahar da yeterdi, şu yaz bir geçseydi
diyordum. Bir martıyı düşünmeye başlıyordum o anda. Sonra bir kayığı, deniz
fenerlerini, sokak kedilerini, otomobil seslerini, karşı komşunun geçim
sıkıntısını, bir delikanlının ilk
rüyasını düşünüyordum, düşünüyordum. Nedensiz, nedenlere sığınamayacak
durumdaydım. O sırada yanımda bir sigara tütüyordu. Bir el titriyordu. Bir
nefes çarpıyordu yüzüme. Huzursuzca bir bacak sallanıyordu. Başımı sola
çevirdim. Benimle hiç ilgilenmedi. Önüme döndüm. Şimdi konuşmuyor, söyleyemediğimiz
birkaç şeyi bölüşüyorduk.
“Ben bazan istasyonu bulamayan
bir adamım.”
“Cemal Süreya da öyle diyor.”
“Elleri beyazdı onun da,
istasyonda bir tiren olduğu da olurdu. Anne ne hüzünlü kelime, bir ağıttan
kopup gelmiş gibi.”
Sigarasını bana uzattı, aldım.
Sigara yandı, yanında ağıtlar da. Arkama yaslandım, öne eğildi. Ağıtlar
düşündüm, anneden daha hüzünlü kelimeler aradım. O bulamamıştı. Sigara izmaritini
yere attım. Üstüne bastı, söndürdü. Eğilip aldı, çantasından metal bir kutu
çıkardı, izmariti onun içine koydu.
“Madde dediğimiz şeyin de bir
ruhu vardır. Bir izmaritin ezilmişliğinde kendini görebilirsin. Birçok açıdan.
Bir izmaritin ezilmişliği sana bir insanı anlatır, bir halkı ve daha
nicelerini. Anneni görebildiğin gibi, hiç tanımadığın bir anneyi de
görebilirsin ve ikisini birbirinden ayıramayacak kadar benimsersin. Sokaktan
geçen bir çocuğu, kafasından vurulan bir adamı, dövülerek öldürülen gençleri,
bombalanan şehirleri; iyi bak, hepsini göreceksin.”
Cümlesini bitirdikten sonra
kutuyu çantasına tekrar koydu. Bir şey söyleme ihtiyacı hissetmiyordum. Birazdan
kalkıp gidecekti nasıl olsa, bu bilinmeyecek bir şey değildi. Böyle adamları
tanırdım, hepsi yabancılara aşıktı. Tanımadıklarında daha çok severlerdi. Ve
daha çok söylemezlerdi. Daha çok kaçarlardı. Daha çok korkarlardı. Uzaktan
bakarlardı. Başka bir uzak bulana değin. Ben ise, dedim ya, uzakları
sahiplenmiştim; uzak olan, benimdi. Yabancı olarak ben, bir yabancıyla böyle
tamamlanırdım. Sonra mı ne olurdu,
olmazdı. Olduramazdık. Bunu birbirimize anlatırdık. İkimizde biz de bu kadar
kırgınlık varken ne olmasını beklerdik. Hak verirdik ama haklı olmayı
istemezdik. Eksikliklerimizle yaşamak marifet gibi gelirdi, güçlü olduğumuzu
hissederdik, bazen de hayatın ayaklarına dolanan biz olmak isterdik, eksiktik
ama güçlüydük, umudumuz vardı. Avunmak için ne güzel sözler seçmiştik.
23 Mayıs 2013 Perşembe
Capella
Aren Roupen'e
“Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık.”
Acele
uyandım, acele hazırlandım, acele otobüslere bindim, acele otobüslerden indim
bu sabah. Her şeyi bitirip buraya
geldim. Şimdi bekliyorum. Yağmur yağıyor. Yağmura yakışmak gibi bir çabam yok,
sadece otomobillere ve trafik ışıklarına dikkat ediyorum. Ölümden korkulurmuş
çünkü.
Bunun yanında ellerim terliyor, geldiğinde tokalaşmamız gerekebilir. Sahi, gelmiş
olabilir mi? Bana bakan o olabilir mi? Eski bir öğretiye itaatten
tanımadıklarımın yüzüne fazla bakmamalıyım.
“Ey, iki
adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!”
Yine de
tanımadıklarıma bakmıyorum. Kitabın moru atmosfere siniyor. Başımı
kaldırayım. Bir kez bakayım. Bakayım.”
Defteri
kapatıp karşı masaya baktı. Otuz saniye –zaman bu kadar göreceli olmamalı-
birbirlerine baktıktan sonra, birbirlerini nasıl olduğu anlaşılmayacak bir
şekilde tanıyıp aynı masada buluştular. Bekleyen ve beklenilen sıfatlarını kendilerine
yakıştırdıkları için isimlerini bir süreliğine –göreceli- reddetmek istediler.
Bekleyen ve beklenilen, bir kadın ve bir erkek, bir yabancı ve başka bir
yabancı, gelecek günlerin iki iyi dostu ve daha olabilecekleri sayısı belli
olmayan bu yüzden fazla düşünmeden sonsuz denilebilecek olasılıklarla o
masadaydılar.
-
“Şimdi
yalnızız ama olsun, artık birlikte yalnızız.”
Hareketlerindeki
kekemelik sevdiği tüm erkekleri birer birer hatırlattı ona. Birer birer. Saydı.
Bir karmaşık sayıya denk geldi. Sıkıldı. Elinde mumu eritti. Yamuk duran birkaç
şeyi düzeltti. Bazılarını düzeltemedi. Kül tablasını kendi ekseni etrafında
döndürdü defalarca. Defalarca. Kül tablası hep düz durdu.
“Kül tablası
kadar olamadık.”
“Bazen
düşünüyorum da, kedi olsam ne hissederdim.”
“Kelimeler
albayım…”
“…bazı
anlamlara gelmiyor.”
“Okumadan
öğrenmişiz.”
“Costello?”
“Değil.”
“Ben ondan
dinlemiştim.”
“Tanıdığım en
normal insan sensin.”
“Teşekkür
etmeli miyim?”
“Ancak
yanakların uzamıyor. Neye gülüyorsun?”
“Senin
tanımadığım zamanlardan tanıdığım zamanlara geçişime.”
“Kadıköy’e
gitmeliyim.”
Diye devam
ediyordu her şey. Bir şey konuşuluyordu. Durup, “biz yapamayız onu” diyordu.”
Ben yapamam ama biliyorum sen de yapamazsın.”
-
Günlerin de
kokusu vardı. O gün orada, bir kokuyu o güne ait kıldılar. Anlamlar yüklediler.
Anlamlı şeyler olmayınca anlam yaratmak gerekirdi, hemfikirdiler.
Yalnızlıklarını saydılar, birininki bir tam sayı çıktı, diğerininki rasyoneldi.
Serbest çağrışımlarla konuştular. Birbirlerine cevap vermek gibi bir niyetleri
yoktu. Her kelime bir diğerini
tamamlıyor, bir musiki oluşturuyordu. Musiki ruhun gıdasıydı, musikiye
bayılıyorlardı. Sesleri enstrümanlara dönüşüyor, bunu fark ediyorlardı.
“A capella*” dedi. “Bugün burada
seslerimizle güzel şeyler yaratmadık mı?” Serbest çağrıştı. “Capella**” dedi. “Bugün burada kendi
sistemimize birkaç ışık yılı uzaklıkta olduğumuzu kanıtlamadık mı?”
Daha fazla konuşmadılar. “şu batan gün bile/gideceği
zamanı bildi/ biz neyi bekliyoruz/ ne kadar sürecek daha” Kalktılar.
-
Şimdi o istasyona doğru yürürken duraktan ona bakıyor ve
bir Tomris Uyar öyküsüne bırakılmak istiyordu, oradan yolunu bulurdu,
biliyordu.
*Çok sesli bir müzik türü.
Enstrüman olarak insan sesi kullanılır.
**Güneş sistemine 42,2 ışık
yılı uzaklıkta, Arabacı takımyıldızındaki en parlak yıldız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)